"Ben Gazeteci Olmalıyım"
Gazeteciliğin mihenk taşlarından Şükran Soner, 1946
yılında Yugoslavya'da doğdu. 1956'da ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç ederek
İstanbul'a yerleşti ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdiği
1966 yılı, Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Eğitim, sağlık, işçi
haberleri sorumlusu olarak çalışırken, 1980'e kadar İstanbul'da yaşanan önemli
toplumsal eylemleri yakından izleyerek haberleştirdi. 12 Mart döneminde Nadir Nadi, 1990'da ise, İlhan
Selçuk'la birlikte Cumhuriyet gazetesinden ayrılan yazarlar arasında yer alan
Soner, 1991'de Cumhuriyet'e geri döndü. O tarihten bu yana gazetede; Yayın
Kurulu üyesi, Cumhuriyet Vakfı Saymanı ve köşe yazarı olarak çalışmalarını
sürdürmeye devam ediyor.
Yarım asırdır, hemen her tarihi olayın içinde yer
alıp, yaşananlara tanıklık eden usta gazeteci Şükran Soner'le, gazeteciliğin
geçmişten günümüze uzanan serüvenini konuştuk. Yaptığımız bu söyleşide
Soner’in, günümüz gazetecileri üzerine yaptığı analizlerin yanı sıra,
yaşadıklarıyla bizlere ışık tutacak bilgilerin sahibi olduk.
Gazetecilik mesleğine başlamanızda herhangi bir etken
var mı?
Ben göçmen çocuk
olarak, merkezi sistem sınavlarına katılmıştım. Aileme yük olmak istemiyordum.
Babam ısrarla okumamı istiyordu. Bende istiyordum tabi, ama öncesinde kısa
süreli bir eğitim alayım, bir iş bulup çalışayım ondan sonra eğitimimi
geliştireyim diye düşünüyordum. Bunun içinde kasıtlı olarak, alanımın fen
olmasına rağmen buna uygun bölümler seçmeyip, iki yıllık gazetecilik seçtim. O
yıllarda iki yıllık enstitü şeklindeydi. Ve okula girer girmez, meslekten gelen
öğretim üyeleri, yani gazeteciler sayesinde, 'Ben gazeteci olmalıyım' dedim.
Çünkü gazetecilik bir bakıma matematikle de ilintiliydi ve aralarında sıkı bir
bağ vardı. Abdi İpekçi, Cevat Emin Başkurt, Muhsin Ertuğrul… dönemin ciddi
anlamda bütün ekonomistleri ve hukukçuları, bizim hocalarımız olmuştu. Bu
konuda gerçekten çok şanslıydık. Gazetecilik o zaman iki yıldı ama çok iyi bir
kadroyla gelişmişti. Hocalarımız bana 'Sen gazeteci olmak zorundasın'
dediler. Bunlar 1964-1966 yıllarında
oluyordu, 68'e geçişin hızlı hareketi ve Harun Karadeniz'ler, Çetin Uygur'lar
dönemi. Ulusal sorunlarla uluslararası sorunların bileşkesinde gençlik
hareketlerinin, Samsun yürüyüşlerinin yaşandığı bir süreçti. Haliyle kendimi
sosyal olayların, mitinglerin içinde buldum.
Bunların doğrultusunda gazetecilerle çok iç içe olmuştum. Mezun olmak
için girdiğim son sınavımın hemen ardından iki kapı açılmıştı bana. Milliyet ve
Cumhuriyet'in kapıları. Bende Cumhuriyet'i seçtim. Böylece 1966'nın Haziranında
gazeteciliğe başlamış oldum.
Gazetecilik hayatınızda sizi en çok etkileyen
meslektaşınız kim oldu?
Özel bir kişi
söyleyemem, çünkü çok insan oldu. Zaten ben, iki yıllık süreçte yani daha
öğrenciyken yarım gün gazetelerde çalıştım. Sayfa yaptım, röportaj yaptım,
mizanpaj yaptım bana hangi iş verilirse burun kıvırmadan yaptım ve mesleğin
içinde oldum. Sonrasında sorguladım bu mesleği, meslekteki birikimlerle
meslekteki sorunsallar arasında ilişki kurmaya çalıştım. Çok yetenekli
gazetecilerle, çok iyi kalemlerle çalışıyor ve onları izliyordum. Kimi
gazetecilerin, en başarılı anlarına, kimilerininse dağılmalarına tanıklık
etmiştim. Bu da, daima bir sorgulama içinde olmama neden oluyordu. İşte bu
sorgulamalar sonucu keşfettiğim özellik şu olmuştu; gazetecilik çok vitrin, çok
etkin güce sahip bir meslek. Bir anda, bir yazınızla çok insanın yaşamında bir
kıpırdanma yaratıyorsunuz, bir sonuç yaratıyorsunuz o da sizi olduğunuzdan daha
güçlü gösteriyor. Ancak, o olanağınız elinizden alındığı anda, bunu
yapamadığınız anda da etkinliğiniz dibe vuruyor. Ben bu çelişkileri gördüm,
beğendiğim, kendime örnek aldığım gazeteciler üzerinden. Sempatiyle bir örnek
vermem gerekirse o gazetecilerden; Mücahit Beşer, Cumhuriyette de uzun dönemler
gazetecilik yapmış ve röportaj alanında kendini oldukça geliştirmiş, kültürlü
bir muhabirdi. Deprem sonrası, Jet Bakan vardı o zaman, onunla Anadolu'da
depremin meydana geldiği köye ulaşmaya çalışıp başaramadıklarını ele alan bir
haber yazmış, "Gidemediğin Yer Senin Değildir" diye başlık atmıştı.
Bu muhteşem bir şeydir. Tabi daha sonra dağıldığına da tanıklık ettim. Ve
gördüm ki, medyayla kamuoyunu etkileme gücünü elinde tutma veya bunu kaybetme
arasında çok kesin ve ince bir çizgi var. Günümüzde bunu daha net bir şekilde
görebiliyorum. Ben Maslak'ta Sendikanın oluşturduğu, Gazeteciler Mahallesine
gittiğimde, burada bizden sonraki kuşakların en iyi gazetecilerini görüyorum.
Hepsi işsiz. Ortada çok trajik bir durum var.
Günümüz gazetecilerinin olaylar karşısında birlikte
hareket edip haklarını savunduklarını düşünüyor musunuz?
Bakın, 1961
Anayasası, Ahmet Yıldız'ın bir gece anayasasıdır. 112 sayılı yasa,
gazetecilerin patronaja karşı
korunmasını sağlayan en önemli yasaydı. İş güvencesi yasası çıktığı
zaman, gazete patronları gazetelerini
kapatmaya başladı. Ödenecek olan tazminat paralarını ödeyemeyip batarız
gerekçesiyle bir bir gazeteler kapatıldı. İş verenler gazetelerini
kapattıklarında Gazeteciler Sendikası, kapanan gazeteler yerine üç gün süren
boykot boyunca gazete çıkarma kararı aldı. Bu gazetenin yazı işleri
müdürlüğünü; Milliyetin, Hürriyetin, Cumhuriyetin yazı işleri müdürleri
oluşturuyordu. Hepsi birlik olup, sendikanın çatısı altında TGS(Türkiye
Gazeteciler Sendikası)nin gazetesini çıkardı. O dönemle şu anki dönemin
arasındaki farka bakın. Sendikalı gazete yöneticilerinin, birlik olup kendi
haklarını savunmaları ve bu amaçta bir şeyler yapmaları çok muazzam bir
örnektir. Gazetenin röportajlarını Yaşar Kemal, karikatüristliğini ise; Turan
Selçuk, Selim Balcıoğlu ve Ali Ulvi yapıyordu. Daha sonra benim sendika
başkanlığım döneminde, o gazetelerin, tıpkısını yeniden çıkardık. Yine aynı
karikatüristlerin çizmelerini istedik. Düşünün ki, o zaman üç gün kapatılan
Cumhuriyet açıldığında Ali Ulvi sendikadan yana, patronları eleştiren karikatür
çiziyor ve altında bir not, gazete patronajı diyor ki; "Gazetemizin
çizerine duyduğumuz saygının gereği, aleyhinize olan bu karikatürü
yayınlıyoruz." Oradan geldiğimiz şu noktaya bir bakın. Aradaki farkı bir
düşünün. Çok büyük bir savrulma süreci yaşıyoruz. Çünkü, medya gücüyle toplum
güdülenmesinde, hem ülkemiz de hem dünya da çok büyük bir kirlenme yaşanmakta.
Bu zamana kadar unutamadığınız, hatırladığınızda hala
heyecanını tekrar yaşadığınız bir olay var mı?
Bir tane değil,
yüzlercesini yaşadım. 50 yılı geçti benim Cumhuriyette yaşama dönemim. 12 Mart
süreci benim için gerçekten çok travmatikti, oldukça zor zamanlar yaşadık.
Keza, 12 Eylül'de öyle. Cumhuriyet'in ifası, okuyucularının boykotları,
ardından Nadir Nadi ile geri dönme süreci, aynı şekilde 90'larda kapanıp,
anormal bir okuyucu desteğiyle gazetenin yeniden toparlanması var. 1968
olaylarının tümünün içinde yer aldım. Kanlı 1 Mayıslar, kanlı pazarlar, öğrenci
hareketleri, işçi hareketleri… bütün büyük eylemlerin, çatışmalı, barışçı; en
büyükleri, en küçükleri hepsine tanıklık ettim. 1980'ler sonrası, Zonguldak
direnişinde 50 gün kaldım. Ben kendimi sokak gazetecisi olarak tanımlıyorum.
Çünkü, Gezi Parkı olaylarına kadar hepsinin içinde yer aldım. İddiamı sürdürdüm
ve hepsine tanıklık etmeye çalıştım. Uluslararası arenada da olayların içinde
oldum. Kadın hakları, insan hakları, toplumsal sorunlar ve sendikal hakları,
uluslararası gazeteciler cemiyetinin gündemine taşıdım. Her olayın, elimden
geldiğince içinde olmaya çalıştım ve oldum.
En gurur duyduğunuz haberiniz hangisi?
Tek bir şey söylemem
söz konusu değil. Haberin değeri olayların büyüklüğüyle çok bağlantılıdır. Ama
ayrıca söylemem gereken bir haber olacaksa, tek bir yazımla, kanıtlar da
sunarak üniversite sınavının iptalini ve yenilenmesini sağlamıştım. Üniversite sınav sorularının çalınmasına,
skandallar olmasına rağmen bir daha hiç sınav iptal edilmedi. Aynı zamanda
Çernobil patlamasının Türkiye'de radyasyon etkisi yarattığını kanıtlamış ve
çayları toplattırmıştım. Ya da 50-60 gün Zonguldak madencilerinin yanında
kalmıştım.. Bunların hangisini daha hafife alabilirim ki! Önemli olan bu
olayların içinde yer alıp en doğru şekilde yaşananları okuyucuya aktarmaktır.
Olaylar önemli, ben değilim.
Mesleği bırakmayı hiç düşündünüz mü? Hangi olay bunu düşünmenize neden oldu?
Şöyle söyleyeyim,
ülkemizin bulunduğu coğrafi konumdan dolayı burada sıkıntılar daha yoğun
yaşanıyor ve bu kadar dinamiğin içinde olduğunuz zaman bırakabilmeniz söz
konusu olmuyor. Eğer rejim ve demokrasi oturmuş olsa, ülkemizde ve dünyada
olağan koşullar söz konusu olsa, gazetecilik; belli yaştan sonra oturup
anılarını yazmaktır, kitap yazmaktır. Ama bizim sosyolojik olarak böyle bir
imkanımız yok. Çünkü olayların içinde olmak, olanları topluma yansıtmak
zorundayız. Benim şu an oturup kitap yazmak gibi bir lüksüm yok. Ne yazık ki,
hala bize yüklenilen sorumluluklar var ve bu sorumlulukların bilincinde olup
ona göre hareket etmek zorundayız.
Kendi döneminizdeki muhabirlerle günümüz muhabirleri
arasında bir fark görüyor musunuz?
Bu meslek öyle bir
meslek ki, kişilerin bireysel yetenekleriyle, aldığı eğitimleriyle ve
karakterleriyle ilgisi yok. Bu mesleğin dünya çapında veya ülkemizdeki biçilen
rollerle ilgisi var. Sermaye ilişkileriyle ilgisi var. Toplumsal olaylarla
ilişkisi var.
Kuralsız düzenin,
kuralsız ilişkileri.. Onun için, çok şey değişiyor. Birebir kişilerin bunun
dışında kalma şansı yok. Olaylar değişip, sermaye sağlayanlar egemen güç haline
gelince de, eski dönemle şu anki dönem gazetecilerinin arasında belirgin
farklılıklar ortaya çıkıyor.
Soyut olarak
insanların tek başına seçim yaptıklarına, yapabildiklerine inanmıyorum.
Koşullar içinde, bulundukları yerlerle ilgili olarak üzerlerine düşen roller
oluyor. Kaldığı yere göre rol düşmüş oluyor. Ama bütünlük olarak baktığımız
zaman, göreceli demokrasinin daha güçlü olduğu 60'lar sonrası, Türkiye'de
toplumsal açılımda patlama oldu. 1961-1963 Anayasalarıyla Türkiye, 1980'e kadar
dünyada ve insanlık tarihinde örneği olmayan bir hızla, dünyanın en hızlı
toplumsal gelişimini yaşayan bir ülke haline geldi. Sendikalaşma oranı,
örgütlülük gücü ve daha bir çok şey hızla arttı.
Bir duruma, bir
tabloya bakarak bir şeyler söylemek çok yanıltıcı oluyor. Bugün 'medyanın %70'i
güdümlü medya' demek kolay, ancak bunun toplumsal düzenin işleyişine bağlı bir
çark olduğunu unutmamak gerekiyor. Şu an silahlı güçten çok daha güçlü ve etkili
bir medya güdülemesi çağı yaşıyoruz. Savaşlarda, silah gücü kadar, hatta ondan
daha fazla belirleyici olan medya güdülemesi var. Bu Amerika ve Avrupa içinde
geçerli. Dünya çapında diktatörleşme çağı yaşanıyor. Ve bunların yaşanmasında
en belirleyici, etkin güç medya. Medya yanlış yöneticilerin elinde çok
tehlikeli bir silahtır.
Yorumlar
Yorum Gönder