MANEVİ DEĞER: SOHBET
Çantamın kulpunu
çekiştirirken adımlarımı hızlandırıyorum. Hayır. Bunun düşmekte olan yağmur
taneleriyle bir ilgisi
yok. Randevu yerine
zamanında varmaya çalışıyorum yalnızca. Kordonu yıpranmış, eski saatime
bakıyorum. Kol saatinin yalnızca bir aksesuar olarak kullanıldığı şu günlerde,
zamanımı buradan kontrol etmeyi seviyorum. Az bir zaman kaldığını görünce
adımlarımı daha da sıklaştırıyor, yağmur tanelerini savuşturuyorum. Bu
koşturmaca bana Burhanettin Kara ile ilk tanıştığımız günü hatırlatıyor.
Yine böyle yağmurlu
bir gündü. İnsanlar sağa sola koşturuyor, yağmurdan kaçıyordu. Bende onların
ahengine kapılmış, tramvaya doğru sürükleniyordum. Son saniye binmeyi
başardığım tramvayda boş bir yer bulmuştum. "Yağmurun düştüğü her yerde
bereket vardır hanım kızım." dedi yanına oturduğum adam. Saçları
beyazlamış olan bu adam, yüzünde, geçen yılların en somut örneği olan çizgileri
barındırıyordu. "Evet amcacığım. Haklısınız." diye karşılık
veriyordum. Ve böylece bereketli yağmurlar, bereketli bir sohbetin yollarını
açmış bulunuyordu. 67 yaşındaki Burhanettin Kara'nın 29 yıl boyunca, İstanbul
Selimiye Cezaevi, Kayseri Cezaevi ve İmralı Cezaevinde gardiyan olarak görev
yapmış olduğunu öğreniyordum.
Tarihimizin bir çok
olayına tanıklık etmiş Kara'nın hayatı iyiden iyiye ilgimi çekmişti. Üzülerek
ineceğim durağa yaklaştığımda, Kara'dan telefon numarasını istiyordum.
Böylesine yaşanmışlıklarla dolu bir hayatı dinlemeden bırakamazdım.
Ve bir hafta sonra,
tamda bugün kendisiyle görüşmek için randevulaşıyoruz. Saatime son kez
baktığımda, Kara'nın emekliye ayrıldıktan sonra, bekçilik yapmaya başladığı
şantiyeye varıyorum. Üzerinde sarı yağmurluğuyla, beni kapıda karşılıyor.
Etrafı barikatlarla çevrili olan büyük inşaat alanına giriyorum. Girişten
kulübeye kadar olan yürüme alanına çakıl taşları dökülmüş. Bu, çıkıntılı yolu
takip ediyor ve Kara'nın yanına varıyorum. Selamlaşıp tokalaşıyoruz. "Tam
zamanında." diyor saatini göstererek. Ve ardından ekliyor. "Çayda
hazır." Minnettarlığımı gülüşümden yansıtmaya çalışıyorum. Babacan
tavrıyla omzuma dokunup, beni içeriye davet ediyor. Tek katlı uzun kulübeye
giriyoruz. İçinde yemekhanesi, mutfağı, yatakhanesi ve bürosu bulunduğunu
görünce şaşırıyorum. Kulübenin dışardan fark edilmeyen bir büyüklüğe sahip
olduğunu görüyorum. İnşaat alanının haritaları, krokiler ve mimari çizimlerinin
asılı olduğu koridordan geçip büroya ilerliyoruz. İki masa ve bir dolaptan
oluşan büronun diğerlerinden bir farkı olmadığını görüyorum. Pencere önünde
bulunan metal ayaklı, açık kahverengi, ahşap masanın üzerinde bulunan fesleğeni
saymazsak eğer. Fesleğen, kokusuyla odada hakimiyetini sağlıyor.
Gelişi güzel
yerleştirilmiş olan sandalyelere doğru ilerliyoruz. Beni yanan elektrikli
sobanın önüne oturtuyor. "Şimdi birde çay içersin içinde ısınır." Onu
gülümseyerek onaylıyorum. Üşüyor muyum bilmiyorum. İçim kıpır kıpır,
anlatılacak olan hikayelerin heyecanını duyuyorum. Bundandır ki Burhanettin
Kara yerine oturur oturmaz, ona gardiyanlığa nasıl başladığını soruyorum.
Aceleciliğim onu güldürüyor. Bende gülümsüyor, heyecanımdan dolayı özür
diliyorum. Yine, o babacan tavrıyla bakıyor bana, "İnsanların bir şeylere,
özelliklede maddi bir kazanç arz etmeyen şeylere heyecan duyması güzedir
kızım."
"Ne kadar doğru
söylediniz Burhanettin amca." diyorum çayımızı yudumlarken. Ve söylediği
bu cümleyi bir kez daha tartıyorum. Maneviyatın ülkemizde gittikçe kanayan bir
yaraya dönüştüğünü en yalın haliyle görüyorum. Parmaklarımı sıcak, ince belli
bardağa doluyorum.
"Başlayalım
mı?" diyor Kara. "Başlayalım." diye karşılık veriyorum. Gıcırdayan sandalyede öne doğru eğilip
bardağımı önümdeki sehpaya bırakıyorum.
"İstanbul'da fabrikada çalışıyordum bir
arkadaşımın önerisi üzerine gardiyanlık başvurusunda bulundum. Önceden memur
olmak daha kolaydı. Gardiyanlık işi için yüz kişi alınacaktı. 250 kişi katıldı.
Bizi okulda toplayıp tahtaya 10 soru yazdılar. O zamanlarda şimdi ki gibi hazır
sorulu kağıtlar yoktu. Sene 1973.. Baktım tahtaya hep bildiğim sorular. Dediler
bitirenler kağıtlarını bırakıp dışarı çıksın. Bende 15 dakikada yazdım çizdim
çıktım. Bir saat bir buçuk saat müsaade verdiler herkese. Değerlendirmelerini
yapmışlar bakmışlar kağıtlara, dediler 'Burhaneddin Kara yüz, tamam geç. Rasim
Kara -ağabeyim- 95, geç kazandın.' 250
kişiden 75'i kazandı '15 gün sonra biz size haber vereceğiz,
geleceksiniz' dediler.
Artık haber
bekliyoruz. O zaman köylerde tek bir telefon var o da muhtarda. Telefon nerde!
Mektup bile 15 - 20 günde bir geliyordu. Neyse biz muhtarın peşinde
dolanıyoruz. Bir Pazar günü muhtar geldi. Dedi 'Müjdemi isterim. Sizi
çağırıyorlar.' Ağabeyim vazgeçti gitmekten. Bende 'Sen bilirsin, ben
gidiyorum.' dedim. Hanımla topladık eşyalarımızı çıktık yola." Kara
bunları anlatırken, gözleri maziye dalıyor. "Cezaevine girdim. Bana aynı
yeni gelen askerlere verilenler gibi bir üniforma verdiler. Cezaevinin
koridorlarının bir uçtan diğer uca uzaklığı 1 kilometreydi. Karşıdaki kişi şu
kadar gözüküyor (bir metrelik yüksekliği gösteriyor) 15 günde öğrendim
cezaevinin içini. Üç katlı çok büyük bir yerdi. Sağ olsun -rahmetli oldu- işe
başvurmamı sağlayan arkadaş sayesinde gardiyanlığa başlamış olduk. " O dönem kolay olan yalnızca memur olmaktı
sanırım, diye düşünüyorum çayımı yudumlarken.

"Ali'nin babası
iki yıl önce iş kazasında öldü. Annesi ve küçük bir kız kardeşi var. Devlet
yardımı alıyorlar ama bu zamanda… malum. Geçinmek zor." İçimde bir şeyler
kırılıyor sanki. Başımı yere çevirip Kara'yı onaylıyorum. "Ali çalışkan çocuktur.
Söylenen her işi ah demeden yapar. Birde fenerli olmasa iyiydi ya.."
Gülüyoruz. Ali'ye bakıyorum ve suçluluk hissim geçmiyor. Kara, odayı dolduran
ağır havayı dağıtmak için yeni bir anıya başlıyor. Sandalyemde dik oturup
arkama yaslanıyor, yeni bir maceraya sürükleniyorum.
"İstanbul
Selimiye Cezaevine, Yeşilköy Havaalanını bombalayan iki Filistinli ve bir
Türk'ü getirmişlerdi. Gece saat bir buçuk iki sularıydı koğuşları kontrol
ediyordum. Takır takır bir ses geldi. Sesin geldiği yöne doğru gittim. Bizim
koğuşların içini görebilmemiz için cam kabinler vardı. Oradan baktım ki
mahkumlardan biri camdan çıkmaya çalışıyor. Demirleri kesmişler. Akşamları
çıkıp tüneli kazıyorlar sabahleyin tekrar içeri giriyorlarmış. Macunu demirle
aynı renge boyamışlar, sabahları içeri girdikten sonra demirleri macunla
yapıştırıyorlarmış. Ben hemen koştum açtım bahçe kapısını. Biri camdan içeriye
girdi, diğer ikisiyse -biri Filistinli diğeri Türk- kapının arkasına
saklanmışlar. Ben bahçeye girer girmez gözümün üstüne yumruğu yedim." Kara'nın
gülmesiyle bende şaşkınlıkla gülümsüyorum. "O arada ben yere düştüm ve
koğuş olduğu gibi boşaldı. Kapıları patlatmaya başladılar. Bütün mahkumlar
birbirine girdi. Saat 1 buçuk 2 den sabah 5'e kadar devam etti olaylar.
Dışarıdan jandarma ateş ediyor, içeriden bu mahkumlar karşılık veriyordu.
Zamanında silahı sokmuşlar nasıl soktularsa. Orada beni tanıyan hükümlüler sağ
olsunlar beni aldılar kendi koğuşlarına götürdüler. 15-20 tane kabadayı
çocukları benim başıma diktiler. Dediler; 'Siz öleceksiniz bu ağabeyi
vermeyeceksiniz.' ben de dedim 'Benim 15 tane personelim var -O zaman başkan
bendim. Gardiyanlara başkanlık yapıyordum.- onları toplayıp alıp getirin.' Sağ
olsunlar sabah 5'e kadar hiç kimsenin burnu kanamadan bütün gardiyanları
toplayıp getirdiler."
"Mahkumlar mı getirdi?" diye soruyorum kaşlarımı kaldırarak.
"Evet
ya, mahkumlar getirdi! Onlarda bizim yakından tanıdığımız kimselerdi. Bir şey
istediklerinde ihtiyaçlarını biz temin ediyorduk. Bir sigara al, orada dünya
malına değerdi onlar için. Veya ziyarette 3-5 dakika daha müsaade et, onlara saat yerine geçiyordu."
İnsiyatifin güzelliği, karşılığını her yerde buluyordu.
"Neyse,
içerde sabaha kadar öyle kaldık. Sabah olunca içeriye 3 yüzden fazla jandarma
girdi. O esnada 4-5 mahkumu ayağından vurdular. Yoksa içeriye giremiyorlardı.
Mahkumlar demirleri kırdılar, ranzaları söktüler, ellerinde; sopalar, silahlar,
şişler daha neler neler.. Birkaçı
ayağından vurulunca herkes çekildi tabi koğuşuna. Arama yapıldı ve bütün
silahlar, araç gereçler toplandı. Bazı mahkumlar hücre cezası aldı. Bir
haftalık hücre cezası, hapis hayatının bir yıl daha uzaması demekti. Yoksa
mahkumlar rahat durmazdı. İnfazlar, cezalar olmasaydı." Derin bir iç
geçiriyorum. Memnun kalamasam da ona hak veriyorum. Ne yazık ki böyle
yaptırımlar olmak zorundaydı.
"Bu
olaydan birkaç ay sonra bu
Yeşilköy bombacıları yine kaçmak için bir plan yapmıştı. Görüş günüydü, öğle
saatleri falan. Yine ben nöbetçiyim. Koğuşları gezerken bir baktım biri yine
pencereden çıkmaya çalışıyor. Üzerine şık kıyafetler giymiş, gözlük ve şapka
takmış. Ben düdük çalınca tüm kapılar kapandı. Hemen ziyaretçilerle mahkumları
ayrı yanlara ayırdık. Tüm ziyaretçiler kontrol edildi. Ben şapka ve gözlük
takmış olan mahkumu hemen tanıyıp yakalattırdım. Ondan başka üç mahkum daha
yakalandı. Peruk takıp ziyaretçilerin arasından
kaçmayı planlamışlardı. Tabi Yeşilköy bombacılar kaçmayı başardı."
'Peki ya sonra ne oldu' diye soruyorum merakla. "Bundan dolayı tüm
gardiyanlar yargılandı. Ama beraat ettik." diyor eliyle dizine vururken.
Unutulmuş
çaylarımızdan soğuk birer yudum alıyoruz. "O günleri özlediğin oluyor
mu?" diye soruyorum Kara'ya.
"Ben 2002'de emekli oldum. Arada özlüyor
tabi insan o yılları." Kaşlarını kaldırıp bana bakıyor. "Duyduğuma
göre de Selimiye cezaevini kapatmışlar. Şimdi orası bir müze gibi kullanılıp
incik, boncuk satılıyormuş. Keşke ülkemizdeki hiçbir cezaevine gerek kalmasa da
hepsinde incik boncuk satılsa." diyor bir çırpıda. Ütopik bir istek gibi
geliyor bana. Yine de gülümsüyorum bu güzel düşüncesinden dolayı. Saatine
bakıyor. "O! Zaman ne çabuk geçmiş." Bende saatime bakıyorum,
yaklaşık üç saattir sohbet ediyoruz. Pencereden dışarı bakıyorum. Bulutlar
dağılmış, güneş batıyor. Yavaşça toparlanmaya başlıyorum. Ayağa kalktığımda
uzun süre oturmaktan uyuşan ayaklarım sızlıyor. "Uzun zamandır böyle güzel
sohbet etmemiştim. Teşekkür ederim Burhanettin amca."
Yine o babacan
tavrıyla gülümseyip elini omzuma koyuyor. "Kızım, artık kimse kimseyle
oturup sohbet etmek istemiyor. Şehirler olsun, teknoloji olsun, bunlar
geliştikçe insanlar birbirine yabancılaşmaya başladı. Asıl ben sana teşekkür
ederim. Bak ne güzel, geldin bana geçmişimi yaşattın bir kez daha. Sohbet edip,
çay içtik. Bunlar parayla satın alınamayacak şeyler." Gülümsüyor ve
gururlanıyorum. İnsanlar dinlemeyerek ne çok şey kaybediyordu. Bunlardan biri
olmadığım için kendimi şanslı görüyorum.
Kara, beni barikata
kadar yolcu ediyor. "Ne zaman istersen gel hanım kızım. Ben hep buradayım.
Numaram da var sende. Bir şeye ihtiyacın falan olursa ara mutlaka."
Minnet duygusuyla
elini sıkıyorum. "Çok teşekkür ederim Burhanettin amca. Benim için çok
güzel bir gündü. Umarım tekrar görüşürüz." Omzuma dokunup ekliyor
"İnşallah kızım. Allah izin verirse görüşürüz."
Kulübenin önünde
durmuş bizi izleyen Ali'ye bakıp el sallıyorum. "Hoşça kal Ali. Kendine
iyi bak." El sallayıp gülümsüyor yalnızca. Nedenini tam kavrayamadığım ama
derinlerde bir yerde bildiğim -statü farkı- sebepten dolayı kendimi suçlu
hissetmeye devam ediyorum. Yine de oradan ayrılırken bir geçmişi yüklenmiş
olmaktan mutluluk duyuyorum.
Batan güneşin
kızıllığı ağaçlardaki su damlalarını parıldatıyor ve doğa çiğ güzelliğini
gözler önüne seriyor. Su birikintisine basarken aklımdan Volkan Konak'ın
söylediği şu dizeler geçiyor;
"Yar olmadı
bana devir.
Her günüm bir başka
zehir.
Mapushanelerde
demir.
Parmaklıklara
sarıldım.
Mapushanelerde
demir.
Parmaklıklara
sarıldım. "
Batan güneşi kendine
rota edinmiş kovboylar gibi, gün batımına doğru yürüyor, uzaklaşıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder