KAĞIT TOPLAYICISI BİR
KADIN: ANNE
Hemen hemen, hiçbir
kadın hayatındaki zorlukları sırtlanmaktan kaçınmamıştır. Tarih ve günümüzde
görüp duyduklarımız da bunun en büyük kanıtıdır. Binalarda çalışan kadınlar,
adalet için savaşan kadınlar, saatlerce direksiyon sallayan kadınlar ve kağıt
toplayan kadınlar.. Songül E. gibi.
Oflaya puflaya çıkıyorum evden. Adımlarım istemsizce sürükleniyor kaldırımlarda. Gideceğim yer, en çok sıkıldığım yer. Gideceğim yer, gitmemek için bahaneler uydurduğum, kimi zaman yolumu değiştirdiğim yer. Gideceğim yer; okul. Marketten çıkıp sıcak güneşin altında ilerlerken, böyle bir günü başka şekilde değerlendirememek sıkıyor canımı. Yolda bulduğum her bahaneye sarılıp okula gidişimi geciktirmeye çalışıyorum. Derken onu görüyorum. Bir çöp konteynerinin yanında, çekiştirdiği bezden, tekerlekli taşıtıyla. Yanındaki küçük bebek arabasını fark ediyorum biraz sonra. Kadın konteynerinden aldığı karton parçalarını kendi aracına atıyor. Aracının tutacaklarına uzanıp onu tekerleklerinin üzerine kaldırıyor. Bir eliyle kendi arabasını çekmeye çalışırken diğer eliyle bebek arabasını itiyor. Önüne çıkan tümsekte her iki aracı da kontrol etmekte zorlanıyor. Etrafından geçip gidenlerin ona aldırdığı yok. Herkes ya kendi dünyasına çekilmiş ya da… Statüler.. Sistemin uydurduğu ve biz insanların saf bir inançla bağlandığı, kabul ettiği kavram karmaşası..
Koşarak kadının
yanına gidiyor ve bebek arabasını önünden tutup çekiyorum. Gülümsüyor, yeşile
çalan gözleriyle kadın. Ve 'Sağ ol abla' diyor. Ona, bu iki arabayla nasıl
çalışacağını soruyorum. 'Benim adam az sonra gelecek bizi almaya' diyor. 'O
halde şurada biraz oturalım' diyorum. Saate bakıyorum alelacele. Dersin
başlamasına henüz var, dersi kaçırırsam da şansa artık. Bu gülümsetiyor bahane
arayışındaki beni.
Kağıt topladığı
aracı kenara çekiyor ve bebek arabasını kaldırama çıkartıyor. Ağaç gölgesinde
kalmış, kaldırım kenarına oturuyoruz. Bebek arabasını kendime doğru çevirip
küçük kızın yanağını sıkıyorum. Adın ne diye soruyor karşılığında çukura kaçan
gamzelerin süslendiği bir gülümseme alıyorum. 'Berfin' diyor annesi. Berfin,
kardelen çiçeği.. Çantamdan marketten aldığım paket çikolatayı çıkarıyorum.
Önce içinden kendim bir tane alıyor daha sonra Berfin' e uzatıyorum. Annesiyle
göz göze geldikten sonra uzanıp bir tanede o alıyor. Daha sonra anneye
uzatıyorum. 'Yok ben almayayım abla. Benim dişim ağrıyor.' diyor. Paketi
ortamıza bırakıyorum. Adını soruyorum ona 'Songül' diyor kuru bir sesle. 'Bende
Nihal' diye ekliyorum. Ve okuldan kaçmak
için tutunduğum bahaneme sarılıyor, uzun bir sohbeti başlatıyorum. 'Songül bana
neden abla diyorsun? diyorum. 'Çünkü benden büyüksündür' diyor. Yaşını
soruyorum '19' diyor. Susuyorum. Kardeşimle aynı yaştaki kadına bakıyorum. Aynı
yaşta, aynı boylarda, aynı cinsiyeti paylaşan, biri üniversite heyecanı
yaşarken diğeri hayatın zorlukları içinde koşturan.. Bakışlarımı küçük kıza
çeviriyorum. 'O kaç yaşında peki diyorum. 'Üç' diyor. Diyecek hiçbir şeyimin
olmadığını fark ediyorum. İçimde bir şeyler kırılıyor. Bir şeyleri telafi etme
isteği doğuyor içimde ve 'Ben evde kalmışım desene' diyerek gülümsüyorum güç
bela. 'Yok abla' diyor 'Evlenmemek en iyisi. Çok şanslısın'. Şanslılığım
utandırıyor beni. Sen neden evlendin peki diye soruyorum. 'Cahillik abla.
Babamdan kaçmak için evlendim.' diyor. Kaşlarım çatılıyor kafamda canlanan
senaryolardan. Babasından kaçmasının nedenini öğrenmek istiyorum.
'Ben Şanlıurfalıyım.
Orada doğup büyüdüm. Babam bizi küçük yaşta çalıştırmaya başladı. Altı kardeşiz
biz." Okulu sormak istiyorum saçma geliyor bu istek. "Hiçbirimizi
okula göndermedi babam. Devlet, bir kadınla bir adam gönderdi. Kızların okuması
gerekiyor diye. Kanun manun dediler babamın gözünü korkuttular. O da beni ve
ablamı okula gönderdi. Daha sekiz yaşındaydım. Aradan bir yıl geçmedi ki babam
bizi okuldan aldı. 'Taşınıyoruz' dedi okula da. Ama yalan tabi. Bizi
çalıştırmaya devam etti." Ne işte çalıştıklarını soruyorum ona.
"Mevsimsel işler olurdu bazen başka şehirlere giderdik çalışmaya. Ama
devamlı olarak çalıştığımız bu işimiz vardı." Yolun kenarına bıraktığı
kağıt topladığı aracı gösteriyor. "Bir keresinde Jandarma beni alıp
götürmüştü." Bunun nasıl olduğunu soruyorum kaşlarımı kaldırarak. Küçücük
bir çocuğu ne diye götürmüşlerdi ki? "Şanlıurfa'da anayola kadar çıkmışım
farkında olmadan. Jandarma arabası geldi durdu önümde. Bana 'burada ne
arıyorsun?' diye sordular. 'Annen baban nerede?' dediler. Hiçbir şey demedim.
Diyemedim. Çok korkmuştum. Beni ve eşeğimi(kağıt topladıkları araca böyle
diyorlardı) arabaya bindirdiler. Karakola gittik, orada da bir sürü soru
sordular. Yine konuşmadım. Sonra beni çocuk yurduna götürdüler. Daha dokuz
yaşındaydım. Okula gidiyorduk, oyunlar oynuyorduk, yeme içme sıkıntımız yoktu..
Rahatım yerindeydi abla." Gülümsemesine aynı şekilde karşılık vermeye
çalışıyorum. Hayatı boyunca kahkahalar atmış olan ben, küçük bir tebessüme
karşılık vermekte bu kadar zorlanacağımı tahmin edemiyordum. 'Peki sonra ne
oldu?'
"Bir iki yıl
orada kaldıktan sonra kaçtım. Uzun uğraşların sonunda da evimi buldum. O zaman
annemlerin beni almak için yurda geldiklerini ama durumları iyi olmadığı için
devletin beni vermediğini öğrendim. Sonra kağıt toplama işine devam ettim."
Neden kaçtığını soruyorum. Üstelik okuma fırsatı ve huzurlu bir ortam
yakalamışken. Aklım almıyordu. "Küçüktüm abla, annemi özlüyordum. O yüzden
kaçtım. He! Şimdi ki aklım olsa kaçar mıydım? Asla. Okur, adam olur öyle
çıkardım annemin karşısına. Onu da kurtarırdım bu hayattan, kendimi de. Ama
çocukluk işte. Bunları düşünemiyorsun. Hiçbir zorluk anne ve kardeşlerinin,
ailenin karşısında duramıyor." anladığımı göstermek için başımı
sallıyorum. Nedenini tam çözemediğim sebeplerden kendimi suçlu hissediyorum.
Sanki bir yanlış vardı evrenin işleyişinde .. Benim zorluk dediğim şeylere
Songül gülümsüyordu. Benim gülümsediğim şeylerinse hayalini dahi kurmuyordu. Bu
eşitsizliğin nedeni ilahi bir şey miydi? Hayır. Bu kadar basit olamazdı. Sebep olduğumuz
şeylere ilahi bahaneler bulmaktan vazgeçmeliydik. Kader böyleymiş dememeliydik
artık. Allah böyle istemiş deyip çekilmemeliydik köşemize. Büyümemiz
gerekiyordu. Çünkü bu ve bunun gibi bir çok eşitsizliğin nedeni tamamen insani
şeylerdi. Biri güçlü olmak için bir başkasını eziyordu.
Bana Nihal demesini
istiyorum. Abla sıfatı bile taşınması güç bir yük gibi geliyor. "Biz böyle
alışmışız abla. Küçük büyük herkese öyle hitap ediyoruz." anlıyorum
diyorum. Anlayamıyorum..
"Kocanla
mutlu musun peki?" diye soruyorum biraz sonra. Yüzünü ekşitip omuz
silkiyor. "Mutlu olmasam ne olacak ki abla. Ben 16 yaşında evlendim.
Babamın çalıştırmasından, dayağından kaçtım. Görüyorsun yine aynı işte
çalışıyorum. Ama çok şükür kocam bu zamana kadar bir fiske vurmamıştır
bana." Gülümsüyorum. Bu iyi bir şeymiş gibi geliyor. Oysa olması gereken
buydu. Hiçbir kadın, erkek, genç veya yaşlı, hiçbir çocuk tek fiske yememeliydi
bu hayatta. Kimsenin hakkı kötek değildi. Hakkımız olan şey eğitimdi. Gerçek
anlamda eğitimsizlik dolduruyordu hapishaneleri. Onlarla dolup taşıyordu
mahkeme salonları, tenha sokaklar, yüksek binaların lüks odaları..
Eğitimsizlik, sevgisizlik salgılıyordu. Eğitimsizlik, saygıyı alt ediyordu.
Okullarda verilen eğitimden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey tamamen farklı. Hiçbir maddi manevi gereksinime ihtiyaç duymayan,
yalnızca bir ailenin üzerinde sorumlu olmadığı, toplumca, hep birlikte inşa
ettiğimiz, ördüğümüz eğitim ağıydı benim bahsettiğim. Sevmeyi bilmeliyiz.
Statüleri değil. Parayı, gücü veya maddi haz aldığımız şeyleri değil..
İnsanları sevmeyi bilmekten bahsediyorum.
Saatime
bakıyorum. İlk dersin başlamak üzere olduğunu görüyorum. Ve kendimi bir şeylere
karşı sorumlu hissediyorum. 'Okula gitmemek gibi bir lüksüm olmamalı' diye
geçiriyorum içimden. Songül'e kendimi borçlu hissettiğimden belki de kalkıp
üzerimdeki toz taneciklerini savuşturuyorum. "Songül telefon kullanıyor
musun?" diye soruyorum alelacele. "Yok abla, kocam izin vermiyor.
Kıskanıyor." diyor utangaç bir gülümsemeyle. Ona aynı şekilde karşılık
vermeye çalışıyorum. Yalnızca mahcubiyetle.. "Peki sana nasıl
ulaşabilirim?" diyorum. "Zor abla' diyor 'birkaç gün sonra buradan ayrılmış oluruz."
Nereye gideceklerini soruyorum. "Antalya'ya" diyor. Oraya tatil için
gitmiş olmasını istiyorum. Elbette öyle olmadığını pek ala biliyorum. Yine öyle
düşünmek biraz olsun hafifletiyor kalbimdeki ağrıyı. Onu bir daha görmeyecek
olmak bana şu an ne hissettiriyor bilmiyorum. Birkaç güne unutur muydum her şeyi? Bu mümkün mü? Hayır. Bu mümkün değildi ve
olmamalıydı. Hayatta bir şeylerin değişmesi mi gerekiyordu? O halde ben, ne
Songül'ü nede Berfin'i unutmamalıydım. Unutmamalı ve insanların onları
görmesini sağlamalıydım.
Bir kez daha önce
saatime bakıyorum. "Abla git, okuluna geç kalma." diyor. Ona bakıp
bir fotoğraf çekilmemizin sakıncasının olup olmayacağını soruyorum. "Neden
abla' diyor 'ben kötü bir şey yapmıyorum ki.." Kendimi suçlu hissediyorum.
"Kesinlikle kötü bir şey yapmıyorsun Songül. Sen namusuyla para kazanan
güçlü bir kadınsın" diyorum ve ona teşekkür ediyorum. Neden diye
soruyor. Minnetle gülümsüyorum
"Güzel sohbetin için." Telefonumu cebime atıyor ve bir daha konusunu
dahi açmıyorum. "Hadi Allaha emanet olun" diyorum arkamı dönüp
giderken. "Abla çikolatayı unuttun" diye sesleniyor "Onlar
Berfin'in" diyorum. El sallıyor Songül. "Hadi hoşça kal abla."
İçimde kırılmalara neden olan tabloya bakıyorum. Ve el sallıyorum öğretmenime..
"Hoşça kal."
Yorumlar
Yorum Gönder